Deniz’leri asmanın bedeli!
Hatanın büyüğünü nerede yaptık?
Türkiye’nin geldiği noktadan kaygı duyan herkes bir şekilde “nerede yanlış yaptık” sorusunu da herhalde sormaktadır.
Sormayanların da sorma zamanı çoktan gelmiş olmalı!
Atatürk’ün ölümüyle başlayan bir karşı devrim süreci çokça bilindik bir yanıt olarak kolaylıkla ortaya konabilir. Atatürk’ü ve O’nun devrimciliğini unutmak elbette temel bir yanlıştır. Ancak Atatürk’ün mirası dendiğinde de her kafadan ayrı bir ses çıkmaktadır.
Açıkça söylemek gerekirse Atatürk’ten bize kalması gereken ve yüzlerce yıl sonra da O’nun mirası olarak hatırlanması gereken tek şey O’nun büyük ve sarsılmaz devrimciliğidir. Cumhuriyet’in tüm devrimci kazanımları da bu devrimciliğin sonucunda var olmuşlardır ve yaşamları da bu devrimciliğin sürmesine bağlıdır. İşte bugün Cumhuriyet’i kuran devrimci anlayış unutturulduğu içindir ki Cumhuriyet bir var oluş-yok oluş tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dolayısıyla Cumhuriyet’e ve Atatürk devrimlerine sarılmanın, onları korumanın tek bir çıkar yolu vardır: Yeniden devrime ve devrimciliğe sarılmak. Oysa bugün Atatürkçülükten bahsedenlerin, ulusalcı liderlik peşinde koşanların ağzından devrimcilik dışında neredeyse her şey çıkmaktadır da, devrimcilik demekten ölesiye korkmaktadırlar.
Ülkede faşist rejim tehdidinin her geçen gün arttığı, Şeriatçı bir yaşam tarzının tüm topluma dayatıldığı bir dönemde bu tür hareketler sadece yanlış fikirler yayarak değil, devrimci mücadele alanını da işgal ederek toplumsal kurtuluş umudunu daha da zorlaştırmaktadırlar.
Faşist rejim ve antifaşist mücadele
Toplumsal mücadeleler tarihi faşist rejimlere karşı antifaşist direniş tarihidir aynı zamanda. Faşizmin tehlike olarak belirdiği ya da iktidarı ele geçirdiği dönemlerde antifaşist ve devrimcilerin tarihsel misyonlarını yerine getirme zamanları da gelmiştir. Toplumun umutsuzluğa düştüğü, faşist tahakkümün mevcut muhalefet imkânlarını yok ettiği yerde iş artık devrimci güçlere kalmıştır.
Almanya’da Hitler, İtalya’da da Mussolini faşizmine karşı direniş, bu ülkelerin komünist partileri tarafından başlatılmıştır. İspanya’da, Şili’de, Portekiz’de faşist rejimler karşısında Halk Cephesi olarak örgütlenen devrimci güçler vardır.
Böylesi özel dönemlerde düzen içi muhalefetin ya da kitle örgütlerinin direnme imkânları yoktur. Çünkü bu tür örgütlenmeler ya doğrudan sistem tarafından örgütlenen ve kontrol edilen yapılardır ya da sisteme karşı koyacak potansiyelleri olmadığından düzen güçleri tarafından restorasyon kuvveti olarak yedekte tutulmaktadırlar. Kısacası yaşamları ancak düzen güçlerinin isteği ve iznine tabidir.
Faşist iktidarların mevcut düzen içinde hakim güç konumuna geldiği dönemlerde ise faşistlerin bu tür toplumsal düzenleyicilere, sahte muhaliflere ihtiyacı yoktur. O nedenle faşist tahakkümün iktidarda bulunduğu tüm ülkelerde düzen içi muhalefet partileri çabucak kapatılır. Her türden kitle örgütleri dağıtılır.
Türkiye’de düzen partilerinden ya da mevcut kitle örgütlerinden hâlâ bir şeyler bekleyenler varsa, bu kuvvetlerin hepsinin AKP iktidarı tarafından ilk fırsatta dağıtılacağı ve iş yapamaz hale getirilecekleri gerçeğiyle yüzleşmelerini tavsiye ederiz. Bu noktadan itibaren iş yine TÜRKSOLU’na ve devrimci güçlere kalacaktır
Devrimci güçlerin antifaşist mücadelenin başına geçmesi bir gerekliliğin ötesinde bir zorunluluktur. Zira ortada devrimci güçlerin dışında mücadeleyi göze alabilecek cesaret ve örgütlülüğe sahip hiçbir kuvvet yoktur.
Türkiye bugün koşar adım bir faşist rejime doğru giderken de doğal olan devrimci güçlerin ortaya çıkması ve toplumsal muhalefetin başına geçmesidir. Ancak Türkiye özelinde görülen gerçek bunun tam tersidir.
AKP faşizminin ülkeyi götürmeye çalıştığı yer artık herkes tarafından görülmektedir. Ancak AKP’ye karşı mücadele edecek güçlü bir devrimci örgütlenme yoktur; çünkü askeriyle, polisiyle, Meclis’iyle bir devlet, kendi ülkesinin geleceği için her şeyini feda eden devrimci evlatlarını yıllardır katletmektedir. Devrimcilik iddiasıyla ortaya çıkan hareketler de bir şekilde bastırılmış, sindirilmiş ve yok edilmiştir.
Bunlardan ders almak bir yana, ülkeyi kurtarmaktan bahseden güçler de hâlâ devrimci örgütlenme dışındaki her türlü sahte alternatifle ülkeyi kurtarma rüyasına devam etmektedir.
Türkiye’de ulusal güçler ne yazık ki bugün bir gazete ve bir televizyondan medet umacak kadar aciz ve yörüngesiz durumdadırlar.
Fikri yapısı ne olursa olsun ticari amaçlarla yayın yapan Cumhuriyet gibi bir gazeteden ya da yine aynı kulvarda mücadele eden Kanaltürk televizyonu ve onun haber spikerinden antifaşist bir örgütlenme beklentisi belki de ancak bizim ulusalcılarımıza özgü bir siyasal ufuksuzluktur.
68’lerde devrimci gençler Amerikan askerlerini protesto ederken “Kanlı Pazar”larda o devrimci gençlerin üzerine mermi ve bomba yağdıran MHP gibi faşist güçler bile bu süreçte İlhan Selçuk ve Tuncay Özkan gibi “kanaat önderleri” tarafından kurtarıcı olarak gösterilebilmiştir.
Buna bir de CHP gibi Atatürk’ün Altı Ok’una karşı “reddi-miras” halinde bulunan yetmiş yıllık idare-i maslahatçı ve mandacı bir partiden medet umanları da ekleyin ve kendi kendinize sorun: Bu ülke bu anlayışla kurtulabilir mi?
Türkiye’nin ulusal güçleri olarak ortada boy gösteren kuvvetler yüzlerce yıllık devrim-karşı devrim tarihi açısından eşi benzeri görülmemiş bir komedi ortaya koymaktadırlar aslında. Ancak Türkiye bugün Atatürk Devrimi ile kurduğu tüm kazanımlarını kaybetmek ve Şeriatçı bir ülke olmak gibi çok yakın bir tehditle yüz yüze gelmişken, toplumun önüne geçmeye çalışan ve devrimcilik dışındaki her türlü öneriyi çözüm olarak öne sürerek aslında devrimci direniş olanaklarını ortadan kaldıran bu yalancı peygamberlerin maskesini düşürmeden devrimci bir direniş mevzisi oluşturmanın da imkânı yoktur.
Devrimci gençliğe sahip çıkmamanın faturası
Nerede yanlış yaptık diyenlerle kısa bir tarih yolculuğuna çıkalım.
6 Mayıs 1972. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ipe gönderilir. Deniz Gezmiş “Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim. Bundan dolayı da ölümden korkmuyorum” diyerek son sözlerini söylerken henüz 24 yaşındadır.
Peki ne yapmıştır bu üç genç? Bunun cevabını da herhalde en iyi yine Deniz vermiştir: “Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedik.”
Türkiye bugün değil, aslında tam da o gün, Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemeyen üç fidanı ipe gönderdiğinde kaybetmiştir her şeyini. Ve belki biraz da bu yüzden faşist iktidar karşısında bu kadar aciz, bu kadar çaresiz ve bu kadar umutsuzdur.
Deniz Gezmiş’in başında bulunduğu devrimci gençlik üniversitelerden meydanlara, fabrikalardaki direnişlerden köylünün toprak taleplerine kadar her alanda halkın temsilcisidir.
Atatürk’ün tam bağımsız Türkiye’sini Amerikan emperyalizmine ve onun ülke içindeki işbirlikçilerine teslim etmeme kararlılığındaki gençlik, İkinci Kurtuluş Savaşı söylemiyle tüm ülkeyi ayağa kaldırmaktadır.
Ve ip burada kopar. 12 Mart faşist muhtırası toplumsal muhalefetin üzerinde bir balyoz etkisine dönüşürken bu üç devrimci gencin şahsında Atatürk’ün tam bağımsız Türkiye’si idam sehpasına gönderilir.
12 Mart ve ardından 12 Eylül solun tümüyle ezildiği bir dönemdir. Ancak bu dönemde sola amansız tuzaklar kurulup antikomünist histeri var gücüyle solu yok etmeye girişirken ülkenin tüm Atatürkçü ve solcu birikiminin de üzerinden geçirilir. Son adım Atatürkçü aydınların katledilmesidir. Sivas bir dönüm noktasıdır. Uğur Mumcu ve diğer pek çok Atatürkçü aydının da katledilmesiyle birlikte süreç tamamlanır.
Bugün AKP faşizminin karşında neredeyse bir dikensiz gül bahçesi bulması kimilerini şaşırtabilir ama solun ezildiği, devrimcilerin katledildiği bir sürecin doğal sonucudur bu.
Atatürk’ün mirasına sahip çıkamayan bir ülke ve rejim, O’nun fikirlerini yeniden hayata geçirmek uğruna mücadele eden ve bu uğurda canlarını ortaya koyan evlatlarına da sahip çıkmamıştır.
Bu süreç aynı zamanda devrimci ve sol bir örgütlenme ihtiyacının ısrarla gündemden uzak tutulduğu bir süreçtir. 1980 sonrasının Atatürkçü sol kesimler açısından en belirleyici yanı solculuktan ve devrimcilikten mümkün olduğunca uzaklaşmak olmuştur.
Böylesi bir dönemde de ortalık faşist ve Şeriatçı güçlere kalmıştır. Deniz’lerin bir dönem üniversite bahçesine bile almadığı Abdullah Gül bugün Çankaya’da Atatürk’ün makamında oturmaktadır. Ama Deniz’leri asanlar ve onlar asılırken seyreden zevat bugün Çankaya’da Kürt-İslamcı faşistlerle birlikte kokteyllerde Cumhuriyet’in katledilişine kadeh kaldıracak kadar acizleşebilmektedir. Ve birileri hâlâ AKP ile mücadele etmekten bahsetmekte, bu mücadele işini de bu zevattan beklemektedirler.
Deniz’leri ipe göndermek için Meclis’te “üç, üç, üç” diye uluyanlar bugün ülkeyi ABD’nin kucağında bir Şeriat devletine doğru rahatça sürüklemektedirler. Çünkü karşılarında gereken cevabı alacakları bir devrimci hareket yoktur. Evet, Türkiye bugün devrimcileri, o devrimci hareketi ve devrimci partiyi aramaktadır. Ama ülkede devrimcilerin değil, Kürt-İslamcı faşistlerin borusu ötmektedir.
Türkiye’nin sağcı Şeriatçı güçleri zaten düzenin emir eri olarak görevlerini yapmışlardır. Ama esas yanlış Atatürkçü ve sol cephede yapılmıştır. O nedenle bu süreçte biraz da okları bu tarafa çevirmenin ve gerçekçi bir özeleştiri yapmanın zamanı çoktan gelmiştir.
Yanlışa devam: Devrimcilere değil sahte alternatiflere sarılmak
Deniz’lerin idamına giden sürecin önünü açanlar, bu sürece karşı çıkmayanlar, sessizce oturanlar, belki de içinden “Şu iş hemen bitse de kurtulsak” diye düşünenler bugün utanmadan toplumun önüne yine kurtarıcı olarak çıkmaya çalışmaktadırlar ve bir kısım Atatürkçü de çıkıp bu yalancı peygamberlerin peşinden gitmeyi önerebilmektedir.
Deniz’ler Amerikan emperyalizmine ve onun yerli işbirlikçilerine karşı tam bağımsız Türkiye yürüyüşleri düzenlerken, İnönü’nün CHP’si devrimci gençliğe karşı “polisin üniversitelerde geniş ölçüde ödev yapması”ndan bahsetmektedir. Deniz’leri idama götüren süreç İnönü ve CHP tarafından devrimci gençliğin yalnız bırakılması ve “anarşist” konumuna sürüklemesiyle daha da hızlanmıştır.
Aynı CHP bir yandan da TİP’in antiemperyalist çizgisine karşı “ortanın solu”nda olduğunu açıklayarak TİP’i “aşırı sol”da gösterecek bir politik cambazlık peşindedir.
Devrimci gençlik hareketi ve TİP’le gelişmeye başlayan sosyalist hareket, CHP’nin de bir kanadını oluşturduğu gerici düzen güçleri koalisyonunca tasfiye edilir. Devrimci gençliğe ve TİP’e yönelen sağcı terör korkunç boyutlardadır ama CHP’nin ihaneti devrimci hareketi kitlelerden tecrit ederek çok daha zayıflatmıştır.
Ancak bu, CHP’nin 1938 sonrasında değişmeyen misyonudur. CHP aynı şeyi daha önce de yapmış ve 27 Mayıs’la darbe alan gericiliğin yeniden toparlanmasına yardımcı olmuştur.
27 Mayıs hareketi gerçekleşip Türkiye’de yeniden Atatürkçülüğe dönüş çağrıları yapılırken sahneye yine CHP çıkmıştır. 27 Mayıs’ın tamamlanmasında da başrolde yine CHP vardır. İnönü 27 Mayıs’ı gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nden iktidarı devralır, ardından da Demirel’in Adalet Partisi’ne teslim eder. 27 Mayıs’ın istenilen değişimi gerçekleştiremeyeceğini gören Talat Aydemir ve Fethi Gürcan ihtilale kalkıştıklarında da karşılarındaki en sert muhalefet sağcı güçler değil İnönü’nün CHP’sidir. Aydemir ve Gürcan da yine İnönü ve CHP marifetiyle ipe gönderilir.
1960’lardan 1970’lere giden süreçte CHP’nin 27 Mayıs’taki bu rolü de biliniyor olmasına rağmen, dönemin en etkili ulusal solcu yayın organı olan Yön dergisinde Doğan Avcıoğlu gibi bir devrimci isim için bile, CHP çatısı altında toplanmak hâlâ devrimci bir seçenek olarak görülebilmektedir. Gerekçe tanıdıktır: CHP mevcut durum içinde en güçlü yapı durumundadır ve o nedenle daha devrimci bir çizgiye çekilirse ülkedeki faşizm tehdidi önlenebilecektir. Gerçi Avcıoğlu çok değil birkaç yıl içinde İnönü ve CHP’nin idare-i maslahatçı çizgisiyle net olarak yüzleşir ve cici demokrasiyi yaşatmak yerine CHP’nin de içinde bulunduğu düzene karşı bir mücadelenin gerekliliğinden bahsetmeye başlar. Ancak CHP’ye bağlanan boş umutlar ülkenin tüm devrimci potansiyelini tüketmiştir ve sonuç 12 Mart faşizmidir.
Şimdi kimileri çıkıp bütün bu tarihsel gerçeklere rağmen AKP faşizmi karşısında hâlâ “CHP’de birleşelim”, “CHP’nin içinde mücadele edelim” demektedir. Oysa CHP bu süreci tersine çevirecek kuvvet olmanın çok uzağında olduğu gibi, bizzat Türkiye’nin başına örülen bu çorabın baş tezgâhçılarından birisidir.
DP Türk halkını, CHP Türk aydınını bozdu
CHP’nin 80 öncesindeki karşı devrimci çizgisi bugün de aynı şekilde sürmektedir. Bu ülkede CHP’yi tek adres olarak gösterenler Türkiye’nin mevcut solcu ve devrimci birikimini de heba ederek ülkeye en büyük kötülüğü yapmışlardır. DP nasıl sahte bir din anlayışının kucağında şeyhlerin ve tarikat liderlerinin eteğini öpen tarikatçı bir toplum yaratarak Türk halkını bozmuş ve AKP’nin kucağına bırakmışsa, CHP de devrimcilikten, solculuktan, antiemperyalizmden uzaklaştırıp Batıcı, sağcı, düzen içi bir çizgiye çektiği Türk aydınını bozmuş ve yok etmiştir.
CHP özellikle 80 sonrasında iki darbenin üzerinden geçtiği sosyalist sol için devrimci örgütlenme alternatifi yerine içinde mücadele edilecek bir merkez olarak ortaya çıkmıştır.. Türk sosyalistleri bu anlayışın sonucu olarak CHP içinde etkisizleştirilmiş, öğütülmüş ve yok edilmiştir.
CHP o hantal ve statükocu yapısıyla öylesine bir yer kaplamaktadır ki, bugün bile devrimci bir örgütlenme yaratacak alan neredeyse kalmamış durumdadır.
Devrimci muhalefet CHP içinde reformculaşıp düzene uyarken; dinci gericilik, faşist ve Kürtçü hareketler tam tersi biçimde daha da etkinleştirilmiş ve bu boşluk ortamında beslenip büyütülmüştür.
Bu nedenle bugün CHP’den kurtulmadan Türkiye’de dev-rimci bir iktidar kurmanın imkânı yoktur.
Aksi takdirde CHP, toplumda alternatif tüm devrimci hareketleri geçmişte yaptığı şekilde tecrit etmeye ve yok etmeye devam edecektir.
“Aşırı sol” diye diye!
Devrimciliğin ve solun telaffuz bile edilmediği bir 30 yıl boyunca Atatürkçü güçlerin sarıldığı bir başka güç de Türk Ordusu’dur. 12 Mart ve 12 Eylül’ü gerçekleştiren Amerikancı generallere rağmen Ordu yine de bizim Ordumuzdur. Ama devrimciliğin ve solun gündeme gelmediği bir ülkede Ordu tek başına ne yapacaktır?
Deniz’ler de 68’de “Ordu-gençlik el ele” diyerek sokaklara dökülmüşlerdir; ama bu sloganın yanı sıra gerçek anlamda devrimci bir toplumsal muhalefet örgütlemektedirler.
Oysa bizim Atatürkçülerimiz şimdi bile “Ordu bu işi yapar” kolaycılığıyla çareyi yine yanlış yerlerde aramışlardır.
Türk Ordusu özellikle 1997’deki 28 Şubat kararlarına giden süreçte 12 Eylül’ün Amerikancı etkisinden sıyrılıp yeniden Atatürkçü özüne geri dönmektedir.
Ancak Ordu içinde yıllardır süren bir yanlış anlayış bu süreçte düzeltilmemiştir. 12 Eylül sonrası tüm Milli Güvenlik Siyaset Belgelerinde sadece “aşırı sol” tehditten bahsedilir. Bu antikomünist histerinin etkilerini bir türlü atamamanın sonuçlarıysa ancak 90 sonrasında ortaya çakacaktır. İki darbeden sonra zaten kıpırdayacak hali kalmayan sola ve devrimcilere yönelen ve gözü başka şey görmeyen çarpık strateji sonuçta dikkatleri Şeriatçı ve Kürtçü örgütlenmelerden uzaklaştırmıştır.
Bu gerçeğin farkına ancak 28 Şubat 1997’de varılır. Tehlike görülmedik boyutlara ulaşmıştır. Ancak geç kalınmıştır. 12 Mart 1971’den 28 Şubat 1997’ye kadar geçen yirmi altı yıllık koskoca dönemde sol umacısını öne sürenler gerçekten de ülkede solculuk ve devrimcilik yapacak alan bırakmamışlardır. Ancak aynı alanı bu kez rejim düşmanı Şeriatçı ve Kürtçüler kapatmıştır.
28 Şubat müdahalesi de bu güçleri durdurmak için yeterli olmamıştır. Çünkü gericilik ve bölücülük toplumsal taban kazanmış, devlet içinde de komünist tehlikeye karşı “tespih çeken eller” kadrolaştırılmıştır. 28 Şubat’tan on yıl sonra ise AKP iktidarı engellenemez bir biçimde Cumhuriyet’i yıkmak ve Şeriatçı bir rejim kurmak için koşar adım ilerlerken Ordu eli kolu bağlı durumda süreci izlemektedir.
İpe gönderilen Deniz’ler Türk Ordusu’na bir kez olsun silah sıkmayı düşünmemişlerdi ve bunun için teslim olmuşlardı. Ama onlara biçilen ceza darağacı oldu.
O dönem devrimci gençlere karşı desteklenen MHP’li faşistlerse bugünlerde parti teşkilatlarının önüne siyah çelenk bırakan subaylara saldırmaktadırlar. Acaba MHP’nin gerçek yüzüyle karşı karşıya kalan o subaylar, “aşırı solcu” Deniz’leri asıp bugün kendilerine saldıran o ülkücü katilleri destekleyen Amerikancı generallerin yaptığı yanlışın da farkına varabildiler mi merak ediyoruz?
Devrimci parti ya da ölüm!
Deniz’lerin asıldığı, devrimci gençliğin ve devrimci aydınların katledildiği bir ülke için faşizm tehdidiyle bunun buruna gelmek hiç de şaşılmaması gereken bir durumdur. O nedenle yapılan yanlışın farkına varmak ve Deniz’lerin bıraktığı bağımsızlık ve devrim mücadelesini çok geç olmadan yeniden Türk halkıyla buluşturmak gerekmektedir.
Gelinen noktada devrimcilik ve devrimci örgütlenme dışındaki her türlü arayış sadece Kürt-İslam faşizminin hakimiyet kurma süresini kısaltmaya yarayacaktır. Devrimci olmayan her seçenek artık karşı devrimci bir seçenektir. O nedenle yetmiş yıldır yapılan yanlışları bir kez daha tekrarlamak gibi bir lüksümüz de kalmamıştır. Hayat herkesi yeniden devrimci mücadele seçeneği ile karşı karşıya getirmektedir.
Devrimci partiyi kurmak ya da ölüm... Toplum bugün böyle bir tercihle karşı karşıyadır.
Ölüm bir seçenek değildir.